Rahman ve Rahim olanın ismiyle… Kur’ânın Terbiye Ettiği Nesil
Allâh Azze ve Celle yeryüzünde kendisinin halifesi olacak, bizzat yüce zatının beğenip razı olduğu dine göre yaşamını tanzim edecek, ferdi meselelerden dünya nizamına yön veren evrensel hukuk kurallarına kadar her hususta kendisinin teşri kıldığı hükümlere boyun eğip teslim olacak akıl ve irade sahibi bir varlık yaratmayı diledi ve bu ilahi görev için insânı seçti.
Sonra eşrefi mahlukat olarak yarattığı insâna; yaratılış gayesini ve dinini tebliğ edip öğretecek ve dahi yaşamıyla canlı bir örneklik teşkil edecek nebiler gönderdi (Allâh’ın selamı onların üzerine olsun).
Ancak yeryüzündeki varlığı ve ömrü sınırlı olan bir insân tek başına bir hayat nizamını temsil edemezdi, beraberinde kendisinden sonra da ilahi hükümleri canlı tutup gelecek nesillere aktaracak somut belgelere ihtiyaç vardı, bunun için nebilerle beraber rehber sahifeler ve kitaplar indirildi.
Bizim de içinde bulunduğumuz son ümmete gönderilen, iftihar sebebimiz Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem de kitâb verilen rasûl nebilerdendir. Bugün o, aramızda yok fakat onunla gönderilen Kitâb-u Azimüşşan nur saçan bir kandil olarak yollarımızı aydınlatmaya devam etmektedir. Bu yazımızın konusu da bu yüce kandilin ışığının değdiği yerlerde bıraktığı aydınlığın izlerini ilk Kur’ân hâdimleri olan sahâbiler üzerinden takip etmek olacak biiznillah…
Sahâbiler yani Rasûlün cemâati, Kur’ân’ın ilk muhâtabları, vahyin baştan aşağı değiştirip dönüştürdüğü örnek nesil; bir kitâbın bir toplumu ahlak, anlayış ve yaşayış olarak nereden alıp nereye götürebileceğini pratik bir gerçeklikle ortaya koyan müstesna topluluk olmaları hasebiyle değerli…
Onların Kur’ân nâzil olmadan önce kavimlerine has bir yaşam biçimleri ve yaşamlarına yön veren kendilerine ait değer yargıları ve ahlak kuralları vardı. Ayrıca onlar, değerlerine, örf ve ananelerine -uğruna yıllar süren savaşlar verip kan döküp kanlarını akıtacak kadar- bağlı bir kavimdi.
Peki, “onların bağlandıkları bu şeylere, Kur’ân ne isim verdi ve nasıl hükümlendirdi” diye sorduğumuzda, Yüce Kitâb’ımızdan aldığımız cevâb “câhiliyye”dir. Evet Yüce Kitâb’ımız, Âl-i İmrân Sûresi’nde (154. ayette) “Zannu’l-câhiliyye/Câhiliye zannı”; Fetih Sûresi’nde (26. ayette) “Hamiyyetü’l-câhiliye/Câhiliyye taassubu”; Ahzâb Sûresi’nde (33. ayette), “Teberrucül’l-câhiliyye/Câhiliyye çıplaklığı”; Mâide Sûresi’nde (50. ayette) ise “Hükmü’l-câhiliye/Câhiliyye hükmü” buyrularak “câhiliyye” diye bahsedildi onların önceki yaşantılarından.
Câhiliyye insânlarının genel özelliklerine kısaca bir göz atarsak neden bu isimle anıldıklarını anlamış oluruz. Onların İslâm’dan önce yerleşik bir devletleri yoktu, halkları kabileler halinde göçebe ya da yarı göçebe olarak yaşam sürüyor ve kabile reisleri tarafından yönetiliyorlardı. Belirli bir hukuk anlayışları yoktu, kanunları kabile reisleri belirliyordu. Hayatlarına hükmeden temel güç, kabile kalabalığı ve maddî zenginlikti. Soy asabiyeti ise onlar için her şey demekti. Kabilesi soylu ve güçlü olanlar için her yol ve kazanç şekli mübahtı; faiz, tefecilik, gasp ve eşkıyalık…
Dîni inançları putperestlik olan bu kavmin, ahlâkî durumu da içler acısıydı, güçlüler zayıfları eziyor, toplumun en alt tabakası olarak görülen fakirler ve kadınlara toplum bazında hiçbir insânî hak tanınmıyordu. Zayıf ve sâhibsiz kimsesizler alınıp satılan bir meta olarak kabul edilip köleleştiriliyor, sâhibleri tarafından kölelere yapılan her türlü baskı ve zulüm meşru görülüyordu.
Namus kavramları yoktu, isteyen sıhri mahremiyet gözetmeksizin istediği kadar kadınla evlenebiliyordu, her türlü fuhşiyat meşru görülüyordu. Bu sebeble kız çocuğu âile için utanç sebebi sayılıp istenmiyor, hatta kimi kız çocukları doğunca babaları tarafından diri diri toprağa gömülüyordu.
Kabileler arası sosyal ilişkileri yok denecek kadar zayıftı, yalnızca ortak menfaatler için bir araya geliyor ve çoğunlukla anlaşamadan ayrılıyorlardı. Kendi kabilelerinden bir şahsın diğer kabileden biriyle husumet yaşaması iki kabilenin birbirine düşman olması için yeterliydi. “Ey falanca oğulları yardım edin” diye yükselen bir nida yıllarca sürecek bir savaş başlatabiliyordu.
Güzide sahabîlerden Câfer b. Ebû Tâlib radîyallâhu anh, Habeş kralına bu dönemi ve bu dönemin karanlığından nasıl kurtulduklarını şöyle anlatıyor: “Ey Hükümdar! Biz câhiliyye üzerine yaşayan bir kavimdik. Putlara tapar, leş olmuş hayvanları yerdik. Akla gelebilecek her türlü kötülüğü işlerdik. Akrabalarımız ve komşularımız ile ilişkiyi keserdik. Güçlü olan, zayıfı ezerdi. Bizler bu hâl üzereyken Allâh, içimizden birini bize peygamber gönderdi. Soyunu, asaletini, doğruluk ve eminliğini, iffet ve nezahetini (ahlak temizliği) bildiğimiz bir peygamber! O, bizi atalarımızın taptığı putları terk etmeye, bir olan Allâh’a inanmaya; yalnızca O’na ibâdete dâvet etti. Doğru sözlü olmayı, emânetleri yerine getirmeyi, akrabalık haklarını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günahlardan ve kan dökmekten sakınmayı emretti. Fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten ve namuslu kadınlara iftirada bulunmaktan men etti. Biz de ona îmân ederek dâvasını tasdik ettik. Onun Allâh’tan getirip bildirdiği şeylere tabi olduk. Bu yüzden kavmimiz bize düşman kesildi ve zulmetti. Bizi dinimizden vazgeçirmek ve Allâh’a ibâdetten alıkoyup putlara taptırmak için türlü türlü işkencelere uğrattılar. Biz de bütün bu sebeblerden yurdumuzu, yuvamızı terk ederek ülkene geldik.”
Değerli sahâbînin tarihe kazınmış bu meşhur beyânı, tek başına câhiliyye devrinin sosyal, ekonomik ve ahlâkî alanlardaki çürümüşlüğünü açıkça ortaya koymakta buna mukabil Kur’ân’la gönderilen Allâh Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in böyle bir toplumu nasıl inkılab ettirdiğine dâir önemli bilgiler vermektedir.
İnkılab dedik, zîrâ yukarıda kısaca anlattığımız üzere geneli insânî ve ahlâkî hasletlerden çok uzak yetişmiş; Kitâb gelmeden önce çoğunluğu ümmi, okuma yazma bilmeyen, çağlarına âit fenden; siyâsî, hukûkî ve beşerî ilimlerden bütünüyle habersiz, ticâret kervanları dışında kendi çöllerinden başka bir yere ayak basmamış bir halkın; düşmanlarını bile hayran bırakan kuvvetli inançları ve benzeri bir daha görülmemiş üstün ahlaklarıyla kıtalar fetheden, çağ kapatıp çağ açan, var oldukları yerlerde hemen her alanda geleceğe ışık tutacak ilmî mirâslar bırakan siyâsî, askerî, hatta fennî dehalara dönüşmeleri inkılâbtan başka bir ifâdeyle açıklanamaz.
Onları aşağı bir toplulukken: “İnsânlar içerisinde çıkarılmış en hayırlı ümmet” derecesine yükselten Allâh Azze ve Celle onlara hitaben: “Siz, insânlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslâm’a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allâh’a iman edersiniz” buyurmuştur. [Âli İmrân: 3 /110]
Yine Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in onlar hakkındaki şahitliği şöyledir: Kur’ânın Terbiye Ettiği Nesil
“Ümmetimin en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır. Sonra bunları takip edenlerdir, sonra da bunları takip edenlerdir.” [Buharî (3650); Müslim (2535)]
Onlar en hayırlılardı, zîrâ onlar, en hayırlı kitâbla terbiye oldular Kur’ân’ı sırf okuyup hatmetme sevâbına nâil olmak için değil; yaşayıp yaşatmak için öğrenip okudular. Onların Kur’ân’dan bir söz işittikleri zaman söyledikleri “işittik ve itaat ettik” demelerinden başka bir şey değildi.
“Rasûl, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, müminler de.. Her biri; Allâh’a, meleklerine, kitâblarına ve rasûllerine îmân ettiler… ve şöyle dediler: İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz! Senden bağışlama dileriz. Sonunda dönüş yalnız sanadır.” [Bakara: 2/ 286]
Daha önce puta tapan bir milletken, başta putları olmak üzere mukaddes kabul ettikleri her bâtılı ayaklar altına aldılar, dînleri uğruna akla gelebilecek her türlü eziyete, işkenceye katlandılar, hicret emri gelince uğruna canlarını feda edebilecekleri vatanlarını ve kavimlerini artlarına bakmadan terk ettiler, soylarından olan sıradan insân için bile savaşmalarına sebeb olan bir asabiyet bağlılığına sâhibken; dînleri için gerektiğinde babaları ve oğullarıyla çarpıştılar, hatta gerektiğinde öldürdüler ve öldürüldüler.
“Hiç şüphesiz Allâh, mü’minlerden -karşılığında onlara mutlaka Cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar, Allâh yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da O’nun üzerine gerçek olan bir vaaddir.” [Tevbe: 111]
Bugün Ensar olarak bildiğimiz Medinelî sahâbiler, Kur’ân’la tanışmadan önce yüz yirmi yıl boyunca birbiriyle savaşan kanlı bıçaklı iki kabile iken, Müslüman olduktan sonra Kur’ân’ın gölgesinde omuz omuza sırt sırta yaşayan kardeşler oldular.
Bu saydığımız örnekler onların, kendilerine hayat bahşeden ilâhî hitaplara karşı sergiledikleri tavrın açık örnekleridir.
Şayet onlar, sinelerini bütünüyle Kur’ân’ın nuruna açmasalar ve onun bildirdiği hükümlere canları ve mallarıyla tâm bir teslimiyet göstermeselerdi dünyânın iki ucunda Kur’ân temelinde yükselen toplumlar ve devletler kurmak şöyle dursun, Mekke çölünün karanlığını bile aşmaya muvaffak olamazlardı.
Kur’ân’dan bahis açılınca akla gelen ilk sahâbe, Mekke müşriklerine açıktan Kur’ân okuyan ilk mü’min; Rasûlullâh salallâhu aleyhi ve sellem’in kendisi hakkında: “Kur’ân’ı O’nun okuduğu gibi okuyun” buyurduğu meşhur kurra ve müfessir, Abdullâh b. Mesûd radîyallâhu anh kendi nesillerinin Kur’ân’la olan münasebetlerini şöyle anlatıyor: “Kur’ân lafızlarını ezberlemek bize zor geliyordu, onunla amel etmek ise bize kolay gelirdi. Ama bizden sonra gelenlerin ise Kur’ân ezberlemesi kendilerine kolay ve amel etmeleri ise onlara zor geldi.” [el-Camiu li Ahkam]
Yine Onların Kur’ân’a yaklaşımları hakkında varid olan bazı rivayetler şöyledir: Kur’ânın Terbiye Ettiği Nesil
Ebu Amr ed-Dânî, “Kitâbu’l-Beyân” adlı eserinde isnâdını kaydederek, Osmân, Abdullâh İbn Mes’ud ve Ubey radîyallâhu anhum’dan şunu rivâyet etmektedir:
“Rasûlullâh salallâhu aleyhi ve sellem onlara Kur’ân-ı Kerim’den on ayeti kerime öğretirdi. Onlar ise bu ayet-i kerimelerde amel ile ilgili hususları öğrenmedikçe bir başka on ayet-i kerimeye geçmezlerdi. Böylelikle Hz. Peygamber, bizlere hem Kur’ân-ı Kerim’i ve hem de onunla amel etmeyi birlikte öğretirdi.”
Abdurrezzak’ın Ma’mer’den, onun Ata b. es-Saib’den rivayetine göre, Ebu Abdurrahman es-Sulemî şöyle demiştir: “Biz, Kur’ân-ı Kerim’den on âyet-i kerime öğrendik mi, o on âyetin helalini, haramını, emir ve nehiylerini öğrenmedikçe bir sonraki on âyeti öğrenmeye geçmezdik.”
İmam Malik’in Muvatta adlı eserinde belirttiğine göre Abdullah b. Ömer Bakara sûresini sekiz yılda öğrendi.
Yine onlar, herhangi bir sorunla karşılaştıklarında çözümü için ilk önce Kur’âna başvururlardı.
Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem, Muâz b. Cebel radîyallâhu anh’ı, İslâm’ı anlatıp öğretmek ve Kur’ân-ı Kerim’i ezberletmek üzere, Hicretin dokuzuncu yılında Yemen’e göndermişti. Yolculuk öncesi Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem ile aralarında geçen konuşmayı Muâz radîyallâhu anh şöyle anlatır: “Allâh Rasûlü beni Yemen’e gönderirken şöyle dedi: ‘Sana bir mesele sorulduğunda ne ile hükmedeceksin?’ Ben: ‘Allâh’ın Kitâbındakilerle’ diye cevap verdim. ‘Eğer Allâh’ın kitabında bulamazsan ne ile hükmedeceksin?’ dedi. Ben: ‘Allâh Rasûlü’nün hükmettiği ile’ dedim. ‘Eğer onda da bulamazsan?’ dediğinde: ‘Kendi reyimle içtihat ederim, diye cevap verdim.’ Bunun üzerine Allâh Rasûlü: ‘Nebisini, râzı olduğu şeyde başarılı kılan Allâh’a hamdolsun’ dedi. Ve Yemenlilere: ‘Size ashâbımdan ilmi ve dîni en iyi bilen hayırlı bir kimseyi gönderiyorum’, diye bir de mektup yazdı” [İbn Sâ’d]
Onların içinde herhangi bir işle veya bir ticaretle meşgul olanlar, günlerinin bir kısmını O’na ayırır, gerisini Allâh Rasûlü’nün huzurunda geçirirlerdi. Gelen vahyi hemen öğrenmek ve bu hususta hiçbir kimseden geri kalmamak için Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzurunda nöbetleşe bekler ve bir tek kelimeyi kaçırmamaya dikkat ederlerdi.
Buharî’de nakledildiği üzere Ömer radîyallâhu anh, bir gün kendisi Allâh Rasûlü’nün huzuruna gelir, bir gün de Ensar’dan olan komşusunu gönderir; sonra, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında iken öğrendikleri dinî meseleleri ve diğer vuku bulan hâdiseleri birbirlerine anlatırlardı. Bunun yanında, sahâbe içinde bütün vakitlerini Mescid-i Nebevî’de geçirerek ilâhî vahyi ve Allâh Rasûlü’nün sünnetini ezberlemeye kendilerini vakfeden Ashab-ı Suffa da vardı.
Onlar, en tehlikeli anlarda bile kendilerini Kur’ân okumaktan alamıyorlardı. Meselâ, bir sefer sırasında Allâh Resûlü ashâbı ile birlikte bir vadinin kenarında istirahat etmek üzere konaklamıştı. Gönüllü olarak iki sahâbî, sıra ile nöbet tutuyordu. Nöbet tutan sahâbî namaz kılmaya durmuştu. Düşman onu uzaktan fark ederek ok atmaya başladı. Sahâbî, vücuduna isâbet eden okları çıkararak namazına devam etti. Sonra yanındaki arkadaşı durumun farkına varınca: “Neden ilk ok isabet ettiğinde bana haber vermedin?” diye sorduğunda, yediği oklarla birlikte yaralı hâlde namaz kılmaya devam eden sahâbî, bunun sebebini şöyle izah ediyordu: “Namazda bir sûre okuyordum, onu yarıda keserek namazı bırakmaya kıyamadım.” [Ebû Dâvûd] Görüldüğü üzere sahâbî, namazda Kur’ân okurken öylesine kendinden geçmişti ki, yaralandığı hâlde dahi o okuduğu sûreyi tamamlamadan namazını bitirmiyordu.
Sahâbenin Kur’ân’a olan bağlılığı, O’nunla bütünleşmesi, dost-düşman onları tanıyan herkes tarafından kabul edilmişti. Meselâ, sahâbe karşısında sürekli hezimete uğrayan Rum ve Fars kralları başa çıkamadıkları bu insânları, değişik yollara başvurarak tanımaya çalışmışlardı. Gerek sahâbiler arasına gönderdikleri casuslardan ve gerekse bizzat sahâbilerle savaşan askerlerinden aldıkları cevâb hep aynıydı.
Dillerinde zikir, kalblerinde nûr, hayatlarında ameli sâlih olarak teşekkül eden Kur’ân’ın onlar hakkındaki müjde beyânıyla sonlandıralım inşallâh.
“Bu ganîmetler, Allâh’dan bir lütuf ve bir rıdvan (O’nun rızâsını) ararlarken, yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan ve Allâh’a (O’nun dînine) ve peygamberine yardım eden o fakir Muhâcirlere aittir. İşte onlar, gerçekten (îmânlarında) sâdık olanlardır. Onlardan önce o yurda (Medine’ye) yerleşmiş ve îmânı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” [Haşr: 59/9]
“Îmân edip hicret eden ve Allâh yolunda cihâd edenler ve (muhacirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler (ensar) var ya; işte onlar gerçek mü’minlerdir. Onlar için bir bağışlanma ve bol bir rızık vardır.” [Enfâl: 8/74] Kur’ânın Terbiye Ettiği Nesil
“İslâm’ı ilk önce kabul eden muhâcirler ve ensar ile, iyilikle onlara uyanlar var ya, Allâh onlardan razı olmuş; onlar da O’ndan razı olmuşlardır. Allâh, onlara içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük başarıdır.” [Tevbe: 9/100]
Kur’ânın Terbiye Ettiği Nesil Kur’ânın Terbiye Ettiği Nesil Ümmü Elif