Rahman ve Rahim olan Allâh’ın adıyla…
Hamd, Allâh’a mahsustur. O’na hamd eder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüğünden O’na sığınırız. O’nun hidâyete erdirdiğini hiç kimse saptıramaz, saptırdığını ise hiç kimse hidâyete erdiremez. Şehâdet ederim ki, Allâh’tan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm O’nun kulu ve Rasûlü’dür.
Yolumuzu birer kandil gibi aydınlatan âlimlerimizin hayatını incelemeye ve kendimize dersler çıkarmaya devam ediyoruz. Bir önceki yazımızda İmâm Ebû Hanîfe rahimehullâh’ın hayatını incelemiştik. Bu yazımızda ise dört büyük imâmdan biri olan İmâm Mâlik rahimehullâh’ın hayatına göz gezdirip, onun yaşamından kendimize dersler çıkaracağız, inşallâh. Gayret bizden, takdir ve tevfik Allâh Âzze ve Celle’dendir.
Tam ismi Ebû Abdillâh Mâlik b. Enes b. Mâlik b. Ebî Âmir el-Asbahî el-Yemenî’dir. Hicrî 93 (m. 711-712) senesinde Medîne’de dünyaya gelmiştir.
İmâm Mâlik’in ailesi aslen Yemenlidir. Dedesi Zû Asbah kabilesine mensup olan Mâlik b. Ebu Amir el-Asbahî, Yemen valisinden gördüğü zulüm üzerine Medîne’ye gelip yerleşmiştir. Annesi de yine Yemenli Ezd kabilesinden, Aliye binti Şüreyk el–Ezdî’dir. Ailesi, Medîne’ye yerleştikten sonra ilimle meşgul olmuş, özellikle hadisleri toplamaya ve Ashab’ın fetvalarını öğrenmeye büyük önem vermişlerdi. Dedesi Mâlik b. Ebu Amir, tâbiînin büyüklerinden olup, Ömer, Osman, Talhâ ve Aişe’den (radiyallâhu anhum ecmain) hadis rivâyet etmiştir.
Gerek ailesinin ilme olan merakı gerek yaşadığı umumî çevresi İmâm Mâlik’i daha küçük yaşlarda ilme yönlendirmişti. Çünkü yaşadığı yer, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in hicret ettiği, ilk İslâmî hükümlerin uygulandığı, Raşid Halîfeler döneminde genişleyen İslam topraklarının merkezi olan nurlu Medîne’ydi. Hâl böyle olunca İmâm Mâlik, burada geniş ve zengin bir ilmi mirasla karşılaşmıştı.
Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzettikten sonra çeşitli hocalardan kıraat, tefsir ve hadis dersleri aldı ve bu ilimlerde mütehassıs oldu. Kendisinin anlattığına göre bir gün annesi ona en güzel elbiselerini giydirdi, sarık sardı ve sonra; “Haydi Rebia’ya git, onun önce edebini, sonra ilmini öğren!’’ dedi. Annesinin teşvikiyle Rebiatü’r-Rey’in ders halkalarına katıldı. Bu dersler fıkhî melekesinin gelişmesinde etkili oldu. Bunun dışında; İbn Şihab ez-Zührî, İbn Ömer radiyallâhu anh’ın azatlısı Nâfi, Ebü’z Zinâd, Yahyâ b. Saîd el Ensârî gibi âlimlerden de ders almaya devam etti. Ayrıca İmâm Mâlik, Cafer-i Sadık’ın derslerini hiçbir zaman kaçırmazdı. Onun ilmine, zühd ve takvasına hayranlık duymakta idi.
Genç Mâlik, Rabbinin bahşettiği derin zekâ ve azim sayesinde kısa sürede ilimde derinleşti. Hocalarının takdiriyle henüz yirmili yaşlarında Mescid-i Nebevi’deki ders halkalarında ders vermeye başladı. Öyle ki İslâm dünyasının dört bir yanından talebeler geliyor, ondan hadis dinleyip fıkıh öğreniyorlardı. Bir yandan da hac münasebetiyle Haremeyn’e gelen ulema ile özel sohbet ve müzakerelerde bulunuyor, ilmi derinliğini artırıyordu. Ebu Hanîfe, Leys b. Sa’d, Evzai, Ebu Yusuf ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybanî, İmâm Mâlik’in bilgi alışverişinde bulunduğu âlimlerden bazılarıdır.
Ömrü boyunca Medîne’den sadece hac ve umre sebebiyle Mekke’ye gitmek için ayrılmıştır. Şehrin manevî değeri yanında buradaki zengin ilmî ortam da onu başka bir yere gitmeye muhtaç etmemiştir. Bundan dolayıdır ki Halife el-Mehdi’nin kendisini çok kez Bağdat’a davet etmesine olumlu cevap vermeyip affını istemiştir.
İmâm Mâlik rahimehullâh geçirdiği kısa süreli bir rahatsızlıktan sonra 14 Rebiyülevvel 179 (7 Haziran 795) tarihinde Medîne’de vefat etti, cenaze namazını Medîne valisi kıldırdı ve Bâki mezarlığında defnedildi.
Rivâyetlere göre İmâm Mâlik, vakarlı ve heybetli bir görünüme sahipti; meclisinde yüksek sesle konuşulmaz ve tartışılmazdı. Son derece muttakî ve âbid bir zâttı. “Kişinin kalbine Allâh’ın koyduğu nur” diye tanımladığı hikmetin Allâh Âzze ve Celle’nin belirlediği ölçüler üzerinde düşünme ve bunlara uymaktan, bir başka ifadeyle dînde bilgi sahibi olup gereğince amel etmekten ibaret olduğunu söylerdi. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in adı anıldığında renginin sarardığı, toprağında O’nun vücudu bulunduğu için Medîne’de bineğe binmeyip her zaman yürümeyi tercih ettiği kaydedilir. [TDV İslâm Ansiklopedisi, 27. Cilt]
İmâm Mâlik’in bilinen en önemli eseri; gözden geçirilip ayıklanan, kolayca anlaşılan, üzerinde fikir birliği edilen kitap anlamına gelen ‘’el-Muvatta’’dır. İçerik olarak; rivâyet ettiği hadis-i şerîflerle birlikte Medîne halkının fıkhını (amel-i ehl-i Medîne) yansıtan sahâbe görüşlerini ve tabiînin fetvalarını içerir. Eseri ilk teşkil ettiğinde içerisinde on bin hadis-i şerif bulunmasına rağmen İmâm Mâlik, rivâyet hususundaki titizliği sonucu içerisinden elemeler yaparak sayıyı bin yedi yüze düşürmüştür. Bundandır ki talebeleri; ‘’her âlimin ilmi zamanla artarken, Mâlik b. Enes’inki azalmaktaydı’’ demişlerdir.
Haşyet Duygusu
Haşyet, şer’î anlamda kulun Allâh Âzze ve Celle katındaki durumu hakkında hissettiği korku ve kaygı anlamına gelir. İmâm Mâlik de her kulda ancak özellikle âlimde bulunması gereken bu haşyet duygusuna sahipti. Anlattığının Allâh Âzze ve Celle’nin dîni olduğunun bilincinde, anlattıklarından hesaba çekileceğinin farkındaydı ve her adımını bu farkındalık ve kaygıyla attı. Hayatını incelerken her anında haşyet içerisinde olduğunu görürüz.
Örneğin, yaşamında kendisine üç kez hadis ve fıkıh kitabı el-Muvatta’nın çoğaltılıp anayasa olarak kullanılması teklifleri edilmişse de her seferinde bunu reddetmiş ve bununla âmel eden insanların hesabını Allâh’a verememekten korktuğunu söylemiştir. Yine Muvatta’yı sağlığında bastırıp çoğalttırmaması, sürekli inceleyerek üzerinde titizlikle çalışması ve her seferinde eksiltmeye gitmesi yine onun Allâh Âzze ve Celle’ye karşı duyduğu korku ve kaygıyı bize gösterir.
Kendisi hakkında rivâyet edilenlerden güçlü bir hafızaya sahip olduğu anlaşılan İmâm Mâlik’in yüz bin civarında hadis-i şerîf ezberlemekle birlikte bu konudaki titizliği sebebiyle ancak az bir kısmını rivâyet ettiği belirtilir. Fetvâ konusunda olduğu gibi hadis rivâyeti hususunda da çekingen davranır, çok konuşanı, çok hadis rivâyet edeni, her bildiğini söyleyeni kınar; böyle yapanların insanların sapmasına sebep olabileceklerini söylerdi. Vefat ettiğinde evinde sandıklar dolusu hadis yazılı sayfalar bulunduğu halde sağlığında bunları rivâyet etmediği anlaşılmıştır. Hadislerin sıhhatini, senetlerin sağlamlığını bilme konusunda tartışmasız bir otoriteydi. Kendisi son derece güvenilir olduğu gibi rivâyette bulunduğu kimseler hakkında da aynı titizliği göstermesi onun yer aldığı senetlerin güvenilirliğini en üst düzeye çıkarmıştır.
Buharî rivâyet ettiği bazı hadislerde, Mâlik’in Ebü’z-Zinad’dan, onun A’rec’den ve onun Ebu Hureyre’den rivâyetini en sahih senet olarak kabul etmiş, Ebu Davud da bu senetten başka Mâlik’in Nafi’ den, onun İbn Ömer’den ve yine Mâlik’in Zühri’den, onun Salim’den, onun babasından rivâyetlerini de en sahih senetler saymıştır. O, dört kişiden ilim alınmayacağını söylerdi. Bunlar: Sefahat ehli, bid’at ehli, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e yalan isnad etmese bile insanların sözlerine yalan katan, fazilet ve salah sahibi olmakla birlikte yaşlılığından dolayı ne dediğini bilemez, lafı karıştırır durumda olan kişi.
İmâm Mâlik, fıkhî bir konuda kendisine danışıldığında hemen görüş belirtmez, uzun süre düşünüp taşındıktan sonra cevabını verirdi. Talebesi İbn Kasım, onun; “Bir mesele hakkında on küsur yıldan beri düşünmekteyim, henüz kesin bir görüşe varamadım!” dediğini nakleder. Kur’ân-ı Kerîm’e ve Sünnet’e aykırı davranmaktan, Allâh Âzze ve Celle ve Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem adına yanlış bir hüküm vermekten çekindiği için fetva konusunda son derece hassas davranır ve acele etmezdi. Bu sebeple henüz meydana gelmemiş farazî meselelerle ilgili olarak da görüş belirtmez, bir şeyin helal veya haram olduğunu söylemek yerine; “Şu güzeldir, bir beis yoktur veya şundan hoşlanmam.” gibi ifadeler kullanırdı. “Helal ve harama dair bir mesele sorulması kadar bana ağır gelen bir şey yoktur. Çünkü bu Allâh’ın hükmü hususunda kesip atmak demektir. Ülkemizde ilim ve fıkıh sahiplerine yetiştim, onlardan birine bir mesele sorulduğunda sanki ölüm karşısında imiş gibi olurlardı. Halbuki zamanımızdakiler, bu konuda söz söylemeye, fetva vermeğe adeta can atıyorlar. Eğer yarın kıyamette neyle karşılaşacaklarını bilselerdi, bu konuda sözü biraz azaltırlardı” sözü de onun bu konudaki hassasiyetini teyit edici mahiyettedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de ve Sünnet’te açık hüküm bulunmayan konularda görüş bildirirken kesin tavır takınmazdı. “Zannımızca böyledir, böyle sanıyoruz, kesin olarak bilmeyiz” gibi ifadeler kullanır, belli bir kanaate ulaşamamışsa çekinmeden bu hususu bilemediğini söylerdi. Bir defasında kendisine kırk sekiz meselenin sorulduğu, bunlardan otuz ikisine “Bilmiyorum” diye karşılık verdiği söylenir. Başka bir defasında kendisine sorulan kırk sorudan yalnız beşine cevap verdiği nakledilir. Kendisinin bir insan olarak hata da isâbet de edebileceğini; bir konuda ileri sürdüğü görüşün Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet’le karşılaştırılmasını ve eğer bunlara uygunsa alınmasını, aksi takdirde terkedilmesini isterdi.
Ebu Hanîfe, Halife Mansur ve diğer bazı âlimlerle yaptığı gibi bazen ilmi konularda tartışsa bile münazara ve münakaşadan hoşlanmaz, meclislerinde buna müsaade etmezdi. Ona göre münakaşa kalbe kasvet verir ve kin doğururdu. [Ahmet Özel, Doğudan Batıya Düşüncenin Serüveni; İslam Düşüncesinin Altın Çağı]
Rasûlullâh Sevgisi
İmâm Mâlik rahimehullâh’ı anıp da onun Rasûlullah sevgisinden bahsetmemek düşünülemez. İmâm Mâlik’in Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’e karşı olan sevgi, saygı ve edebi sınırsızdı. Allâh Rasûlü’nün ismi anıldığı zaman, rengi değişir, yüzü sararırdı. Öyle ki mübarek bedeni Medîne topraklarında meskûn diye hayatı boyunca Medîne’de bineğe binmemiş, gideceği her yere yürüyerek gitmiştir.
Neredeyse tüm yaşamı Mescid-i Nebevi’de ders almak ya da ders vermek için geçmiş ve o Allâh Rasûlü’ne olan saygısından asla ödün vermemiştir. Sanki onun mübarek zâtı orada hazır bulunuyormuş gibi sesini yükseltmemiş, ayaklarını bir kez olsun uzatmamıştır. Bir gün yine mesciddeyken Hâlîfe Harun Reşid kendisini ziyarete geldi, konuşurken sesini yükseltti. İmâm, hemen sözünü kesmiş ve Rasûlullâh’ın huzurunda sesini kısması için Hâlîfe’yi uyarmış ve “Ey iman edenler! Sesinizi Peygamber’in sesinden (daha fazla) yükseltmeyin. Birbirinize yüksek sesle bağırdığınız gibi ona bağırarak söz söylemeyin. Yoksa, hiç farkında değilken amelleriniz boşa gider’’ [Hucurât: 49/2] anlamına gelen âyet-i celileyi okumuştur.
Allâh Rasûlü’nün söz ve amelleri olan hadis-i şeriflere karşı da tavrı böyleydi. Hadis öğrenir ya da öğretirken dizleri üzerine oturur, başında sanki bir kuş varmışçasına hareket etmezdi. Bir keresinde mesciddeki dersine geç kalmış ve hocası “Rasûlullâh buyurdu ki” diye hadis nakletmeye başladığı an içeri girmişti. Hocasının bu lafını duyar duymaz gerisin geri döndü ve gitti. Hocası daha sonra neden gittiğini kendisine sorduğunda şunu söyledi: “Derse geç kaldığım için halkada oturacak yer kalmamıştı ve ben, Allâh Rasûlü’nün sözlerini ayakta dinlemek istemediğim için döndüm.” Yine arkadaşları onun hakkında şu sözü söylerler: “Mâlik, bizimle oturduğu zaman sanki bizden biri gibiydi. Konuşmalarımızı çoğunlukla dînler, az katılırdı. Ancak hadis-i şerif okumaya ve anlatmaya başlayınca onun sözleri bize heybet verirdi. Sanki o bizi, biz de onu tanımıyorduk.”
Hadîs-i şeriflere gösterdiği ihtimâm, herkesten hadîs almaması ve herkese hadîs rivâyet etmemesi de Allâh Rasûlü’ne olan derin saygı ve sevgisinin bir sonucudur. Onun şu sözü bunu açıklar niteliktedir: “Bu ilim dîndir; onu kimden aldığınıza bakın, dikkat edîn. Şu direklerin dibinde (Mescid-i Nebevi’ye işaretle), ‘Rasûlullâh buyurdu!’ diyen yetmiş kişiye yetiştim, fakat onlardan bir şey almadım. Halbuki onlardan birine beytü’l-mal verilseydi emniyette olurdu, öyle doğru kimselerdi. Fakat bu işin ehli değildiler. Zühri buraya gelince onun kapısına üşüştük.’’ Bazı öğrencilerin Abdurrahman b. Hürmüz’e, “Biz sorunca cevap vermiyorsun, Mâlik ve Abdülaziz b. Ebu Seleme sorunca cevap veriyorsun.” diye şikâyette bulunduklarında, kendilerinin her söyleneni aldıklarını, Mâlik ve Abdülazîz’in ise üzerinde düşünüp doğru bulduklarını alıp, diğerini bıraktıklarını belirtmesi de onun bu konudaki titizliğinin bir başka örneğidir. [Recep Özdemir, İmâm Mâlik ve Metodolojisi]
Siyaset ile İlişkisi
Hayatının yarısı Emevî yarısı Abbasi hükümranlığında geçen İmâm Mâlik, döneminde siyasal olaylardan uzak durması, sık sık fikir belirtmemesi ve ümmetin birliğini bozacak isyânlara karşı çıkmasıyla tanındı. Her iki devletin de halifeleriyle iyi ilişkiler kurdu. Bunu onlara hak ve doğruyu tavsiye etmenin bir vesilesi olarak gördü, şahsi görüşmelerinde veya mektuplarında onları irşada çalıştı. Devlet adamlarıyla sıkça görüşmeleri tenkit konusu edildiğinde, bunu bilerek yaptığını, böylece onların layık olmayan kişilerle istişarede bulunmalarını önlemeye çalıştığını söylemiştir.
Özellikle hac vesilesiyle Medîne’ye gelen halifeler ona büyük saygı gösterir, kendilerine öğüt vermesini isterler ve bir arzusu olup olmadığını sorarlardı. Halifeler ondan hadis dinledikleri gibi ders almaları için çocuklarını da ona göndermişlerdir. Hadis dinlemek veya çocuklarına ders vermek için kendisini davet eden halifelerin isteklerini kabul etmemiş, ilmin kimsenin ayağına gidemeyeceğini, ancak ilmin ayağına gidileceğini belirtmiştir.
Buna rağmen zaman zaman haksız muamelelere maruz kaldı. Bir meclisinde haksız boşamanın geçersiz olduğu hakkındaki hadisi rivâyet etmesi dönemin halifesi Ebu Ca’fer el-Mansur’un tepkisini çekti. Halkın bu hadisi alıp kendisine yaptırılan biatlerin de aynı şekilde geçersiz olacağına delil göstermesinden çekindi ve İmâm’ı tutuklatıp kırbaçlattı. Bu eziyet sonucu kas bağları koptu, omzu sakatlandı. Öyle ki İmâm vefatına kadar namaz kılarken ellerini bağlayamadı.
İlmî Usulü
İmâm Mâlik kendi usulünü, hüküm çıkarırken dayandığı kuralları bizzat açıklamış değildir. Bununla birlikte bazı fetvalarında dayandığı delilleri izaha çalışmış, niçin bunları esas aldığını belirtmiştir. Daha sonra Mâlikî âlimleri, Hanefî mezhebinde olduğu gibi, fer’î meselelerden hareketle imâmlarının usulünü tesbite çalışmış ve buna yeni hükümler bina etmişlerdir.
Usulü sırasıyla; Kitap, Sünnet, icma ve kıyastır.
Kur’ân-ı Kerîm’i dînî hükümlerin ilk ve en önemli kaynağı kabul ediyordu. Kur’ân, Arapça olup lafzıyla ve mânâsıyla Allâh’ın kelâmıdır; tercümesi onun yerine geçemez. Arap dilini ve çeşitli lehçelerini bilmeyen, Arap üslubuna vakıf olmayan kimselerin Kur’ân-ı Kerîm’i tefsir etmeleri caiz değildir. Bir konuda Kur’ân-ı Kerîm’de delil bulunduğu sürece o esas alınır. Te’vili gerektiren bir delil bulunmadıkça da zahire göre amel ederdi.
Dînin ikinci kaynağı Sünnet olup, Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi anlamanın yolu O’na baş vurmaktır. Sünnet, Kur’ân-ı Kerîm’in hükümlerini teyid ettiği veya açıkladığı gibi yeni hükümler de koyar. İmâm Mâlik, bir hadisle amel edebilmesi için ravilerin öne sürdüğü gerekli şartlara ziyade olarak hadis metninin Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet’teki genel kurallara, Medîne halkının uygulamasına, maslahata aykırı olmamasına da dikkat ederdi.
El-Muvatta‘da görüldüğü üzere İmâm Mâlik sık sık icmayı delil olarak kullanır. Ancak onun burada delil kabul ettiği icma kendisinin yaşadığı şehir olan Medîne ulemasının bir konudaki görüş birliğidir. Bu sebeple icmaya dayalı bir meseleden söz ettiğinde; “bizim katımızda üzerinde birleşilen husus/bizim katımızda görüş ayrılığı bulunmayan husus” vb. tabirleri kullanır. Özellikle nas bulunmayan veya tefsire ihtiyaç duyulan yahut nassın tahsise ihtimali olan durumlarda icmaya başvurmuştur. Ona göre icmanın dayanağı yalnız Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet değil, kıyas da olabilir. Bununla birlikte İmâm Mâlik, diğer mezhep imâmlarından farklı olarak Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in yaşadığı ve sahabenin büyük bir kısmının bulunduğu Medîne halkının uygulamasına büyük önem verirdi. Kur’ân-ı Kerîm burada nazil olmuş, Sünnet burada uygulama alanı bulmuştur; halkının nesilden nesile bu dînî mirası nakletmeleri sebebiyle yaşayan Sünnetin merkezi olarak Medîne diğer şehirlerden farklı bir konuma yükselmiştir.
İmâm Mâlik’in metodunda sahabe görüşlerinin önemli bir yeri vardır. Ashabın vahyin inişine şahid olmaları, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e arkadaşlık edip onun uygulamalarını yakından görmeleri hasebiyle onların görüşlerine büyük önem atfederdi. Bu sebeple İbn Ömer’in fetvalarını azatlısı Nafi’den öğrenmek için yıllarca onun meclislerine devam etmiş, ayrıca hocaları vasıtasıyla Medîneli meşhur yedi fakihten nakledilen sahabenin fetvalarını, çeşitli konularla ilgili görüş ayrılıklarını öğrenmişti. Ashab, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet’i en iyi bilen kimselerdi; bu iki temel kaynağa onlar vasıtasıyla ulaşıldığından herhangi bir konudaki görüşleri önem bakımından bu iki kaynaktan sonra gelirdi. Bu sebeple İmâm Mâlik, el-Muvatta’da hadislerin yanı sıra Sünnet’den saydığı sahabe fetvalarına da büyük yer vermiştir. [Ahmet Özel, a.g.e.]
Sonuç
Allâh Azze ve Celle şöyle buyurmuştur:
“Allâh’tan başka hiçbir ilâh olmadığına (ibadeti/kulluğu hak edenin yalnızca Allâh olduğuna), Allâh, melekler ve adâleti ayakta tutan ilim adamları şahitlik etti. O’ndan başka ilâh yoktur. O, (izzet sahibi, her şeyi mağlup eden) el-Azîz, (hüküm ve hikmet sahibi olan) el-Hakîm’dir.” [Âl-i İmran: 3/18]
Şirkin karşısında tevhîdin şahidliğini yapan ve zulmün karşısında adaleti ayakta tutan, el-Alîm olan Rabbimizin mutlak ilmiyle seçmiş olduğu âlimlerimizden İmâm Mâlik rahimehullâh’ın hayatından bâblar okuduk. Bu güzide zâtın yaşamından biz muvahhîd Müslimlerin çıkarması gereken sayısız ders olsa da burada birkaç tanesinden bahsetmekle yetineceğiz.
Öncelikle şunu görürüz ki, kişinin doğup yetiştiği ailenin, çevrenin ve muhitin yaşamının şekillenmesinde etkisi büyüktür. İmâm’ın ilim yolundaki menfaatlerinden biri de şüphesiz kendisini bu yola ileten ve devam etmesi anlamında teşvik eden ailesi ve çevresidir. Kezâ Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in tedrisatından geçmiş olan Medîne’deki ilmî birikimin ortasında doğup büyümüş olması da Rabbinin İmâm’a verdiği nimetlerden bir diğeridir. Daha küçük yaşlarda Medîne sokaklarında ilmin kokusunu hissetmiş, ailesinin yol göstermesiyle girdiği ilim halkalarında da ilmin tadını almış ve bir daha da bırakmamıştır.
Keza o, öğrendiğinin ve anlattığının dîn olduğu ve Allâh Âzze ve Celle’nin huzurunda bunun hesabını vereceği bilinciyle her an kaygı ve korku içerisindeydi. Her öğrendiğini öğretmez, konuşurken her zaman ihtiyât ve delil üzere konuşurdu. En çok kullandığı kelimenin “bilmiyorum” olması bize bir şeyler anlatmalıdır. Bilhassa bugün hakkında en rahat konuşulan şey dîn iken, İmâm’ın bu ahlâkından ahlâklanmaya çokça ihtiyacımız var.
İmâm’ın Rasûl sevgisi onun hayatından çıkaracağımız bir başka derstir. O, Rasûlullâh’a öylesine derin ve nadide bir sevgiyle bağlıydı ki ömrünün sonlarına doğru talebelerine; “Rasûlullâh’ı rüyamda görmediğim bir uyku dahî uyumuş değilim” diyecek kadar her anını O’nunla doldurmuştu. Özellikle Nebîmiz sallallâhu aleyi ve sellem’in değerinin düşürülmeye çalışıldığı, O’nun Sünneti’ni reddetmeye kadar giden kimselerin türediği bugünlerde bizlerin Rasûlullâh’ın mirasına bir kulpmuşçasına yapışması ve hak yola tâbi olmuş imâmlarımızı dikkatle takip etmesi gerekmektedir.
Son olarak İmâm Mâlik râhimehullâh’ın yüz bin hadis-i şerîfi ravileriyle birlikte ezberlemiş olması bugün öğrendiğini yarın unutan bizler için hayret edilesi bir hâldir. Kur’ân-ı Kerîm’de Allâh Âzze ve Celle unutkanlığın sebeplerini bize şöyle sıralar: Şeytanın hileleri [En’âm: 6/68, Kehf: 18/63, Yûsuf: 12/42], dünya hayatına bağlanmak [Enbiyâ: 21/1], gurura kapılmak, [Bakara: 2/44] mü’minlerle alay etmek, [Mü’minûn: 23/110] mal ve evlat sevgisinde aşırılık [Münafikûn: 63/9]. Allâh’u Teâla, bu belâlardan İmâm’ı koruyup nimetlendirdiği gibi, bizleri de koruyup, nimetlendirsin. Rabbimiz, İmâm Mâlik’e rahmet etsin; bizlere de onun güzide hayatından dersler çıkararak nice hayırları elde edebilmeyi nasib eylesin. Allâhumme âmin.
Yazımızdaki tüm kusurlar ve hatalar bize aittir; el-Azîz olan ise yüce Allâh’u Teâla’dır.
Selâm ve duâ ile…
Ümmü Abdullah