Hamd, Allâh’a mahsustur. O’na hamd eder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüğünden O’na sığınırız. O’nun hidâyete erdirdiğini hiç kimse saptıramaz, saptırdığını ise hiç kimse hidâyete erdiremez. Şehâdet ederim ki, Allâh’tan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm O’nun kulu ve Rasûlü’dür.
Yolumuzu birer kandil gibi aydınlatan âlimlerimizin hayatını incelemeye ve kendimize dersler çıkarmaya çalışacağımız bu yazı dizisinde, bizleri sizlerle buluşturan Rabbimize sonsuz hamdolsun. Öğrendiklerimizi bize faydalı kılmasını, hayırda öncü olan bu güzide şahsiyetlerin hayatlarından dersler çıkararak, nasibimize düşen hayırları kazanmamızı Rabbimizden niyaz ederiz. Allâhumme âmin.
Rabbimiz, sonsuz ilmi ve hikmeti ile mahlukatı yaratmış ve yarattıklarından bazılarını da özel olarak seçmiştir. Misal olarak; zamanları yaratmış, içerisinden Ramazan ayı, Cuma günü gibi zamanları seçmiştir. Yine mekânları yaratmış, içlerinden Mescid-i Aksâ ve Mescid-i Harâm gibi yerleri seçmiş ve diğerleri arasından öne çıkarmıştır. Bu hikmetle Rabbimiz, hiç şüphesiz dinine hizmet edecek insanları da seçmiştir. Bu nimetin farkına varıp gereğini yerine getirenler, cennetle müjdelenmiş ve onların güzel sözlü insanlardan oldukları haber verilmiştir.
“Allâh’a davet eden, sâlih amel işleyen ve: ‘Ben Müslimlerdenim/şirki terk ederek tevhidle Allâh’a yönelen kullardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” [Fussilet: 41/33]
Hicretin 80. yılına gelindiğinde ise İslâm toplumunun her köşesinde ortaya çıkmış olan fitne ve bidâtleri hakkı söyleyerek izale etmesi için, Kûfe’de bir yiğit seçilmiştir. Bu yiğit, Ebû Hanîfe künyesi ile meşhur olan Numan bin Sabit’ten başkası değildir.
Ebû Hanîfe de Allâh Azze ve Celle’nin kendisine vermiş olduğu önemli görevin farkına varmış ve verilen nimetin şükrünü yerine getirmeye çalışmıştır. Her zaman bâtıla karşı ilmiyle, malıyla ve canıyla hak için mücadele etmiştir. Allâh Subhanehu ve Tealâ, ona ve tüm Ehl-i Sünnet ulemasına rahmet etsin. Allâhumme amîn.
Doğumu ve Gençliği
Ebû Hanîfe rahimehullâh, mîlâdi 699, hicrî 80. yılında zamanının en önemli ilim merkezlerinden biri olan Kûfe’de dünyaya gelmiştir. Babasının adı Sâbit, dedesinin adı ise Zuta’dır. Şeceresi; en-Nûman b. Sâbit b. Zuta b. Mah şeklinde olduğu rivayet edilmiştir Babası Kûfe’de Ali radiyallâhu anhu ile tanışmış ve ondan kendisi için duâ etmesini istemiştir. Ali radiyallâhu anhu ise Sâbit’e, Allâh’tan ona hayırlı bir evlat vermesi için duâ etmiştir. Allâh Azze ve Celle de bu duâya icabet ederek, Sâbit’e evlat olarak Nûman’ı ihsan etmiştir.
Nûman, henüz küçük yaşta yedi kurradan biri olan İmâm Âsım’dan Kur’ân’ı Kerîm’i öğrenmiş ve hıfzetmiştir. Bunun yanında Arapça ilimlerden olan sarf, nahiv, şiir ve edebiyat eğitimi de almıştır.
Tarihçiler kendisinin görüştüğü sahâbeler arasında; Enes b. Malik, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Evfa, Vasile b. Eska, Sehl b. Saide ve Ebû’t Tufeyl Amir b. Vasile’yi (radiyallâhu anhum ecmain) zikretmişlerdir. Tâbiinden ise Ata b. Ebi Rebah rahimehullâh ile tanışarak onların ilim sohbetlerine katılmış ve hadis dinlemiştir. Kendisi tâbiinden sayılır ve etbau’t-tâbiinin büyüklerindendir.
Ebû Hanîfe’nin yaşadığı çağda ve coğrafyada itikadî fırkalar çoğalmış, birçok sapık düşünce ortaya çıkmış, Emevi hükümdarlarının Ehl-i Beyt’e ve onları destekleyenlere zulmü devam etmiştir.
İlme Yönelmesi
Yirmi iki yaşlarına kadar babası gibi Kûfe’de ticaretle uğraşmıştır. Bir yandan da ilme merak duymaya başlamış ve bu ilgisi giderek artmıştır. Onu dinamik ve zeki bir genç olarak gören çevredeki âlimlerin de teşvikiyle ilim hayatı başlamıştır. Bundan sonra mesleğini bırakmamakla birlikte, vaktinin çoğunu ilme ayırmıştır.
İlk olarak İmâm Şa’bi’ rahimehullâh’ın ders halkalarına katılmış, ondan akîde, kelam ve münazara gibi ilimleri öğrenmiştir. Kelama ilgisi de bu dönemde başlamış, Basra’ya sık sık giderek, Mu’tezile taraftarları ile münazaralarda bulunmuştur. Bir süre kelam ilmiyle ilgilendikten sonra ne sahâbenin, ne de tâbiinin yolunun bu olmadığına, onların hiçbir zaman bu ilimle ilgilenmediğine, aksine şeriat ve fıkıh konularıyla ilgilenip bunları tavsiye ettiklerine kanaat getirince; münâkaşa, mücadele ve kelamı bırakmıştır. Fıkıh ilmi ile yetinmiş ve selefin usulüne dönmüştür. Bu hususta kendisi şöyle söylemiştir. “Gördüm ki, kelamla uğraşan ve kelam meseleleri üzerinde tartışmalarda bulunan kimselerin sîmaları, eskilerin sîmalarına, metodları da sâlihlerin metodlarına uymamaktadır. Yine gördüm ki, cedelcilerin kalpleri katı, ruhları kabadır. Onlar, Kitap, Sünnet ve Selef’i Sâlihin’e mûhalefetten çekinmiyorlar, vera’ ve takvadan da uzaktırlar.’’ [İbn Hacer el-Heytemi, el-Hayratül-Hisan]
Neticede Ebû Hanîfe rahimehullâh, artık kelamı bırakmış ve fıkıh ilmine yönelmiştir. O, Kitap ve Sünnet’ten hükümler çıkarmaya, meseleleri bunlar üzerine bina etmeye, Selef’i Sâlihin’den rivayet edilen hadisleri araştırmaya, öncekilerin ittifak ve ihtilaf ettikleri konuları öğrenmeye koyulmuştur. Sahâbilerin ihtilafa düştükleri meselelerde, onların görüşlerinin dışına çıkmamış, onlardan herhangi birinin görüşünü benimsemiştir.
Hocası Hammad b. Ebû Süleyman’dan on sekiz sene boyunca eğitim almış ve onun vefatına kadar ona talebelik yapmıştır. Vefatının ardından onun yerine geçmiştir. Ebû Hanîfe’nin ilme yöneldikten sonra da ticaret hayatından kopmamış olması kendisine hayli fayda sağlamıştır. Bu vesileyle güncel meselelerden haberdar olabilmiş ve bir maslahat fıkhı geliştirebilmiştir.
Sonraki dönemlerde, Abbâsi Halîfesi Ca’fer el-Mansur, Ebû Hanîfe’nin ilminin şöhretini duymuş ve ona şunu sormuştur:
-“Ey Nûman! İlmi kimden tahsil ettin?’’
Ebû Hanîfe şu cevabı vermiştir:
-“Talebeleri vasıtasıyla Ömer radiyallâhu anh’dan, yine talebeleri vasıtasıyla Ali radiyallâhu anh’dan ve yetiştirdikleri vasıtasıyla Abdullah b. Mes’ud radiyallâhu anh’dan tahsil ettim.” [Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd]
Eğitim Metodu
Ebû Hanîfe’nin ders verme usûlü, zamanındaki ders halkalarından farklıydı. O, doğrudan doğruya dersi takdir etmez, önce herhangi bir meseleyi ele alır ve ders meclisine sunardı. Sonra bu meseleye ait hükümlerin dayandığı esasları açıklar ve talebeleriyle bunun üzerine münâzara ederdi. Herkes kendi görüşünü açıklardı. Bazen talebeleri hocalarına uyar bazen de hocalarının ictihadına muhalefet ederlerdi. Kimi zaman münâzara esnasında tansiyon yükselir ve talebeleri hocalarına itirazlarda bulunurdu. Ebû Hanîfe rahimehullâh ise gayet sakin olarak onları dinler ve bu gelişimlerinden tekâmüllerinden olurdu. Ebû Hanîfe, münâzara neticesinde ortaya çıkan görüşle alakalı fetvasını verir ve bütün talebeleri de bu fetvayı kabul ederlerdi.
Elbette bu yönteminde büyük özgüvene ve güçlü bir şahsiyete sahip olmasının yanı sıra, ticaret vesilesi ile çokça seyahat etmesinin ve kelam ilmi ile ilgilenirken bulunduğu tartışma meclislerinin de etkisi vardır. Bu itibarla, Ebû Hanîfe talebeleriyle münâzara etmekten geri durmamış, onlar kendi görüşlerini bildirdikçe memnun olmuş ve hepsine sabırla cevap vermiştir.
Hakkın Yanında Olması
Ebû Hanîfe rahimehullâh, ömrünün elli iki yılını Emevi Devleti, son on sekiz yılını ise Abbâsi Devleti devrinde geçirmiştir. Yaşadığı şehir olan Kûfe, Şiilerin merkezi olarak bilinen bir yer olmasına rağmen o, Ashâb’ı Kirâm’a olan sevgisini gizlememiştir. Nitekim Said b. Ebi Urube şöyle demiştir:
“Kûfe’ye geldim ve Ebû Hanîfe’nin meclisinde hazır bulundum. O, bir gün Osman radiyallâhu anh’ı andı ve ona Allâh’tan rahmet diledi. Ben de ona: ‘Allâh rahmetini senden de esirgemesin, bu memlekette Osman b. Affan için senden başka hiçbir kimsenin rahmet dilediğini işitmedim’ dedim.”
Ebû Hanîfe, hakikati söylemekten çekinmediği gibi, kendisinden sonra bu hakikatleri söylemeye devam edecek nesillerin yetiştirilmesine de önem vermiştir. Nitekim yıllık gelirinin bir bölümünü her sene biriktirir, onunla önce ilim ve hadis talebelerinin ihtiyaçlarını, yiyecek, giyecek vs. hususlarını temin etmiştir. Bu işi yaparken onlara şöyle demiştir:
“Buyurunuz. Bu hediyeyi zarûri ihtiyaçlarınıza sarf ediniz ve Allâh’tan başka hiç kimseye muhtaç olmayınız. Daima şükrediniz. Alemlerin Rabbinden başkasına minnet etmeyiniz. Bu parayı benim verdiğimi sakın düşünmeyiniz. Çünkü bu, Allâh’ın size takdir edip göndermiş olduğu hissedir. Sadece benim elimle size ulaşmaktadır.’’ [Hatib el-Bağdâdî, a.g.e]
İmâm Ebû Hanîfe, ilme verdiği bu ehemmiyet ve ihtimam ile, binleri bulacak kadar talebe yetiştirmiştir. Bunların kırk kadarı müctehid mertebesine ulaşmıştır. Müctehid öğrencilerinden en meşhurları; Ebû Yusuf, Muhammed b. Hasan eş-Şeybani, Zufer b. Huzayl, Hasan b. Ziyad, Kasım b Maan, Davut et-Ta, Esed b. Amr, Ali b. Muhsir ve Hibban b. Ali’dir. Allâh hepsine rahmet etsin.
Kimden geldiğine aldırmaksızın hakkı kabul etmeyi kendisine şiar edinmiş ve bu hakikati talebelerine de öğütlemiştir ve öğretmiştir. İhlası sebebiyle kendi görüşünün kayıtsız ve şartsız şüpheden uzak bir hakikat olduğunu ileri sürmemiş bilakis şöyle demiştir:
“Bizim bu sözümüz, bir görüş olup bize göre erişebildiğimiz en iyi neticedir. Birisi, bizim bu görüşümüzden daha güzel olanı ileri sürerse bize değil, ona uyulması daha evladır.’’
Talebesi Zufer b. Huzayl anlatıyor: “Biz Ebû Hanîfe’den ders okurduk. Yakub b. İbrahim de (Ebû Yusuf) yanımızdaydı ve İmâm’ın söylediklerini yazardı. Bir gün Yakub’a şöyle dedi:
-“Ey Yakub, vay haline! Benden her işittiğini yazma. Çünkü ben, bugüne göre böyle düşünüyorum. Belki yarın bu görüşümden vazgeçerim. Belki de yarın başka bir görüşe sahip olurum. Fakat, ertesi gün onu da bırakabilirim.” [Hatib el-Bağdâdî, a.g.e]
İmâm, işte bu sözleriyle sadece Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in kayıtsız şartsız taklit edilebileceğini beyan etmiştir. Nitekim o şöyle demiştir:
“Allâh’ın kitabındakini alır kabul ederim. Onda bulamazsam Rasûlullâh’ın güvenilir, âlimlerce malum ve meşhur sünnetiyle amel ederim. Onda da bulamazsam ashâbından dilediğim kimsenin re’yini alırım. Fakat iş İbrahim, Şa’bi, el-Hasem, Ata… gibi zevâta gelince ben de onlar gibi ictihad ederim.” [İmâm Zehebi, Menakıb-ı İmâm Ebû Hanîfe]
Siyaset ile İmtihanı
İmâm’ın hakkın yanında duran tavrı, idaredeki devlet reislerini memnun etmemiş ve onu kendi taraflarına çekmeye çalışmışlardır. Fakat Ebû Hanîfe rahimehullâh bu teklifleri reddetmiş ve zalimliğe alet olmayacağını bildirmiştir. İmâm’ın başlangıcı eziyet, sonu şehâdetle bitecek olan duruşunun ilk dönemleri bu şekilde başlamıştır. “Zalimlere yardımcı olmamak!” İşte Ebû Hanîfe budur.
Bu dönemde Emevilerin Ehl-i Beyt’e olan zulümleri artmış, kendilerine karşı ayaklanan İmâm Zeyd’i ardından oğlu Yahya’yı ve onun oğlu Abdullah’ı şehid etmişlerdi. İmâm Ebû Hanîfe ise bu zulme karşı kıyam edenlerin yanında olduğunu açıkça belirtmiş ve onların bu ayaklanmalarını malıyla da desteklemiştir. Bu üç şehâdetin ardından Emevilere tepkisi artmış, hemen her konuşmasında yönetimi eleştirmiş ve insanları kıyama davet etmiştir. Bu duruşu elbette Irak valisinin de tepkisini çekmiş ve çözüm olarak İmâm’a yanında görev almasını teklif etmiştir. Vali, İmâm’ın eline mührünü vermek istemiş, böylece onun elinden geçmeyen hiçbir emir ve fermanın hükmü olmayacağını, Beytu’l Mâl’den çıkan her malın kendisinin elinden çıkacağını teklif etmiştir. İmâm’ın cevabı ise: “Eğer vali benden Vasıt Mescidi’nin kapısından çıkan insanları saymak gibi önemsiz bir iş istese dahi, yine kabul etmem. Nerde kaldı ki, herhangi bir insanın ölümüne dair verilen hükmü onaylamam mümkün olsun? Allâh’a yemin ederim ki böyle bir sorumluluğu kesinlikle kabul etmeyeceğim!’’ olmuştur. Teklifi reddetmesi üzerine hapse atılmış ve her gün işkence görmüştür. Bu eziyet ve işkenceler sırasında ısrarla aynı teklif kendisine yapılmış, o ise her seferinde tekrar reddetmiştir.
Emeviler dönemi böyleyken, Ebû Hanîfe’nin tavrı Abbasiler döneminde de değişmeden devam etmiştir. Yanlış siyasetlerini, Ehl-i Beyt’e karşı zulümlerini ve Allâh’ın sınırlarını çiğnemelerini hutbesinde çekinmeden haykırmaya devam etmiş, bu yönde fetvalar vermiştir. Abbasi Halîfesi Cafer Mansur, tıpkı kendisinden öncekiler gibi Ebû Hanîfe’yi susturma yolu olarak kendi yanına çekmeyi tercih etmiştir. Öncelikle kendisine hediyeler göndermiş, İmâm bunları kabul etmeyip geri gönderince, tutuklatarak yanına çağırıp ona Basra kadılığı teklif etmiştir. Halîfenin huzurunda tutuklu haldeyken aralarında geçen konuşma şöyledir:
Mansur: “Sen benim hediyelerimi neden kabul etmiyorsun?” dedi.
İmâm: “Halîfe bana kendi malından bir şey yollamadı ki ben onu kabul etmiş olayım. Eğer kendi malınızdan hediyeler gönderirseniz kabul ederim. Fakat bana gönderdiğiniz malların hepsi Beytu’l Mâl’dandır ve benim oradan hiçbir hakkım yoktur.
Mansur: “Öyle ise makamda dur, kadılar sana gelsinler, muhtaç oldukları zaman sorsunlar.” dedi.
Ebû Hanîfe: “Allâh’tan korkun! Kadılığı kabul etsem bile size yaranmak mümkün değil. Sizin aleyhinize olabilecek bir karar verebilirim. Bu durumda sizin gazabınızdan emin olamam. Sizin ve yönetiminizin zararına da olsa, İslâm’ın doğrularını tahrif edemem. Adaletsiz, haksız bir karara onay veremem. Halbuki siz farklı bir kadı istiyorsunuz. Siz ve etrafınızdakiler, arzu ve keyfinize göre fetvalar verecek kişiler arıyorsunuz. Vallâhi ben bunu yapamam.”
Mansur: “Yalan söylüyorsun!” diye bağırınca, Ebû Hanîfe:
-“Herkesin huzurunda bana yalancı dedin. Yani sana göre ben yalancıyım. Bir yalancı nasıl başkadı olabilir?”. [Mekkî, Menâkıb-ı Ebû Hanîfe]
Bunun üzerine Halîfe Mansur, İmâm’ı zindana attırmış ve İmâm’ın şehâdetine giden süreç de böyle başlamıştır.
Şehâdeti
Ebû Hanîfe zindana atıldığında yetmiş yaşındaydı. Her gün yaşlı vücuduna on kırbaç vuruluyor, ardından da soğuk, karanlık ve rutubetli zindana terk ediliyordu.
Mansur ise sabırsızlıkla İmâm’ın görevi kabul etmesini bekliyordu. Nitekim İmâm Ebû Hanîfe’ye zindandayken çeşitli fetvalar yollamış ve bunları hükme bağlamasını istemişti. Fakat İmâm bunu şiddetli bir şekilde reddetti ve kırbaçlandı. Artık Mansur’un sabrı tükendi ve İmâm’ın böyle giderse vefat edeceğini, halkın da iktidara karşı ayaklanacağını tahmin etti. Bir çözüm yolu olarak da İmâm’ı zehirlemeye karar verdi. Nitekim Davud b. Raşid Vasiti diyor ki: “Kadılığı kabul etmesi için Ebû Hanîfe’ye işkence yapılırken gördüm. Her gün zindandan çıkartılır ve on kamçı vurulurdu. Ona, ‘kadılığı kabul et’ denirdi. O da: ‘Ben buna layık değilim’ derdi. Dayak atılırken o yavaşça: ‘Allâh’ım, kudretinle benden onların şerrini uzak kıl!’ Diye niyaz ederdi. Kadılığı kabul etmeyeceğini anlayınca onun yemeğine ağu kattılar ve onu zehirleyerek öldürdüler.’’
Zehirlenerek şehid edilmeden önce kendisi de bunu fark etmiş olacak ki:
-“Ölmek üzereyim! Vasiyetimi yapabilmem için dostlarımı çağırın” dedi.
Dostları izin ile zindana gittiler ve İmâm’ın vasiyetlerini dinlediler. Ondan nakledilen son sözler şunlardır:
“Allâh’a şükürler olsun! Zalimlerin zulmüne ortak olmadım. Onlara taviz vermedim. Alnım ak Rabbime gidiyorum! Günahkârların günahına bulaşmadan.”
“Beni gasp edilmemiş toprak parçasına gömün!” [Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanîfe]
Sonuç
Yazının girişinde de belirttiğimiz üzere, bu yazı serisine başlama amacımız, sadece âlimlerimizin hayatları hakkında malumât sahibi olmak değildir. Yolumuzu aydınlatan âlimlerimizin hayatlarını öğrenmek elbette önemlidir, ancak tarihi şahsiyetlerle ilgilenen herhangi biri de bu bilgiye sahip olabilir. Biz muvahhîd Müslimleri, bu kimselerden ayıracak olan nokta ise; âlimlerimizin hayatlarını öğrenirken aynı zamanda kendimize, Allâh Azze ve Celle’den başka hiçbir ilâh olmadığına şahitlik eden bu hayatlardan dersler de çıkarmamızdır.
Allâh Azze ve Celle şöyle buyurmuştur:
“Allâh’tan başka hiçbir ilâh olmadığına (ibadeti/kulluğu hak edenin yalnızca Allâh olduğuna), Allâh, melekler ve adaleti ayakta tutan ilim adamları şahitlik etti. O’ndan başka ilâh yoktur. O, (izzet sahibi, her şeyi mağlup eden) El-Azîz, (hüküm ve hikmet sahibi olan) El-Hakîm’dir.” [Âl-i İmran: 3/18]
Bu sebeple istedik ki âlimlerimizin hayatlarını okuduktan sonra bu hayatların bize bakan yönlerini ve bunlardan çıkarabileceğimiz dersleri maddeler halinde yazalım ve hep birlikte tefekkür edelim, inşallâh:
- Dini başta Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet ile diğer güvenilir kaynaklardan öğrenmek, bâtıl kaynaklara ve ilimlere meyletmemek.
- Ahiret yurdunu ararken dünyadan da nasibini unutmamak, Müslimlere dünyalık bir faydamız olacaksa bundan geri kalmamak.
- İlim için ne kadar geç kalmışsak kalalım her yaşta ilim öğrenmekten bir nasibimiz olduğunu bilmek.
- Çevremiz, bâtıl itikad ve görüşlerle dolu olsa bile hak üzere sebat etmek ve şer meclisleriyle irtibatı kesmek.
- Zalim sultanın önünde hakkı haykırmak ve bundan geri durup korkmamak.
El-Adl olan Rabbimiz, bizleri zulme meyletmeyen, hakkın varisi olan kullarından kılsın; el-Alîm ismiyle, bizleri faydalı ilimle rızıklandırsın ve ilmini bereketlendirdiği âlimlerimizin yolundan gitmeyi bizlere nasip eylesin. Allâhumme amîn.
Selâm ve duâ ile… İmam Ebu Hanife İmam Ebu Hanife İmam Ebu Hanife İmam Ebu Hanife İmam Ebu Hanife İmam Ebu Hanife İmam Ebu Hanife
Ümmü Abdullah