Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla…
Hamd, Allâh Azze ve Celle’ye mahsustur. O’na hamd eder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüğünden O’na sığınırız. O’nun hidâyete erdirdiğini hiç kimse saptıramaz, saptırdığını ise hiç kimse hidâyete erdiremez. Şehâdet ederim ki, Allâh’tan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm O’nun kulu ve Rasûlü’dür.
İmâm Şafiî rahimehullâh; Bağdat’ta İmâm Ahmed’den daha faziletli, müttakî, âlim ve fâkih bir kimse görmediğini söylemiştir.
Hadîs âlimlerinden Yahyâ b. Saîd el-Kattân; onun bir derya olduğunu, talebeleri arasında bir benzerini görmediğini söylemiş ve bütün kitaplarını onun istifâdesine sunmuştur.
Başka bir hadîs âlimi Ali b. Medînî ise “Allâh bu dini ridde günü Ebu Bekîr ile mihne günü de Ahmed b. Hânbel ile yüceltmiştir” demiştir.
Bir gün Ebu Ömer en-Nahhas İmâm Ahmed’den bahsediyordu: ‘’Ahmed kadar Allâh’ın dininde daha basiret sahibi bir kimse yoktur. Dünyaya daha sabırlı kimse yoktur. Zühd ve takvada da ondan daha hayırlısı yoktur. Ulaştığım sâlihlerde ondan daha sâlihi yoktur. Geçmişler arasında da onun gibisi yoktur. Dünya ona arz oldu da o dünyadan yüz çevirdi. Bidatler ona arz oldu da hepsini iptal etti.’’
Tam ismi Ebû Abdillâh Ahmed b. Muhammed b. Hânbel eş-Şeybânî el-Mervezî’dir. Hicrî 164 (M. 780) yılında Bağdat’ta doğdu. Soyu Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem ile dedeleri Nizâr’da birleşerek İsmail aleyhisselâm’a kadar uzanır. Ahmed b. Hânbel rahimehullâh, babasının vefatından sonra annesi Safiyye binti Meymûne’nin himayesinde, Bağdat’ta büyüdü. Bu, Allâh Azze ve Celle’nin Ahmed’e bir nimetiydi çünkü o günlerde Bağdat, ilmin merkezi ve âlimlerin en uğrak beldesiydi.
Küçük yaşta Kur’ân-ı Kerîm’i ezberledi ve bundan itibaren çeşitli âlimlerden dersler almaya başladı. Evvelâ Arapça gramer ve fıkıh öğrendi. Daha sonra hadîs ilmine merak saldı ve on beş yaşından itibaren hadîs öğrenmeye başladı. İlk hocalarından biri, kendisinden pek çok hadîs-i şerîf naklettiği tanınmış muhaddîs Hüşeym b. Beşîr olup, diğer hocaları arasında Süfyân b. Uyeyne, Yahyâ b. Saîd el-Kattân, Abdurrahman b. Mehdî, İmam Şâfiî ve Abdurrezzâk b. Hemmâm gibi âlimler bulunmaktadır. En çok hadîs naklettiği hocası İmâm Şâfiî’nin de hocası olan Vekî b. Cerrâh’tır. İmâm Şafiî’den ise fıkıh ve usûl-i fıkıh öğrenmiştir. El-Müsned’deki rivâyetlerine göre hocalarının sayısı iki yüz seksen kadardır. Hocaları İmâm Şâfiî, Abdurrezzak ve Abdurrahman b. Mehdî de kendisinden hadis dinleyerek onun hem hocası hem de talebesi olmuşlardır. [TDV İslâm Ansiklopedisi, 25. Cilt]
Talebeleri arasında ise Buhâri, Müslîm, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, Yahyâ b. Maîn, Ali b. Medinî, er-Râzi, iki oğlu Sâlih ve Abdullâh bulunmaktadır.
İlim Yolculuğu
Ahmed b. Hânbel, otuzlu yaşlarına kadar Bağdat’tan çıkmamış, buradaki hocalardan ilim tahsil etmiştir. Ardından İmâm Şafiî rahimehullâh’ın; ‘Dinde fakîh olmak isteyen seyahat etsin’ sözünü ilke edinerek beldesinden ayrılmış ve İslâm topraklarını karış karış gezerek hadîs-i şerîf toplamıştır.
Gittiği beldeler arasında Kûfe, Basra, Mekke, Medine, Dımaşk, Halep, Yemen ve Cezîre vardır. Bazı yerlere iki üç defâ gittiği de olmuştur. Bu yolculuklar İmâm için her cihetle oldukça meşakkatli idi. Bineği olmadığı için her yere yürüyerek gidiyor, yolda rastladığı kervanların işlerini görerek karşılığında onlardan yiyecek temin ediyor, tüm bunlara rağmen yine de vazgeçip dönmüyordu. Sırtında kitap dolu çantası, elinde asası ile geziyor, dünyanın en kıymetli hazinesinin peşinde yorulmadan ve usanmadan dolaşıyordu.
Seyahatleri nihâyet bulup da Bağdat’a dönünce hadîs-i şerîf okutmak ve fetvâ vermek üzere ders halkasını kurdu. Bu dönemde tam kırk yaşında idi. Ders vermeye başlamak için kırk yaşına basmayı beklemesinin sebebi, Allâh Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’e nübüvvetin kırk yaşındayken verilmiş olmasıdır. Bu sebeple bu yaşı beklemiş, ondan önce ilim öğretmeye kendisini lâyık görmemiş, bundan hayâ etmiştir.
Selef-i Sâlihîn Yolunda Olması
Onun meclisine vakar, sükûnet, ciddiyet ve tevazu hâkimdi. Boş sözden, şakadan ve alaydan hazzetmezdi. İlmin celâlini ve ciddiyetini korumak, nuruna ve ihtişâmına gölge düşürmemek için böyle yapardı. Hakikaten, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in hadîs-i şerîflerinin rivâyet olunduğu, ashabın ve selef-i sâlihinin eserlerinin nakledildiği bir mecliste de olması gereken budur. Öyle ki onun hocaları dahî mecliste İmâm Ahmed varken boş sözden kaçınırlardı. Bir arkadaşı şöyle rivâyet eder; ‘Yezîd b. Harun’un meclisindeydik. Yezîd bir şaka yaptı. Ahmed b Hânbel de öksürdü, bunu anlayan Yezîd, eliyle alnına vurarak Ahmed’in burada olduğunu bildirseydiniz de şaka yapmasaydım’ dedi.
Onun meclislerinin diğer bir özelliği de şudur; o, kitaplar olmadan ilim öğretmezdi. Kendisine bir meseleye dair bir soru sorulunca, konuyla ilgili elindeki tüm kitapları ve sahifeleri toplar, onlara bakarak cevap verirdi. Tüm hadîsleri çoktan hıfzetmiş, kuvvetli bir hadîs âlimi olmasına rağmen elinde belge olmadan ezberden nakil yapmazdı. Oğlu Abdullâh şöyle diyordu; ‘babamın kitaba bakmadan ezberden hadîs rivâyet ettiğini görmüş değilim.’
Talebelerinin onun fetvâlarını yazmalarını istemezdi. Fetvâyı değil, konuyla ilgili ayet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri yazmalarını tembihlerdi. Kendisinin kelimelerini yazan bir talebesini görünce sinirlenir, derhal uyarırdı. Diğer kimselerin görüşlerinin yazılması hakkında da böyle düşünürdü. Adamın biri ona; ‘sen görüşlerinin yazılmasına izin vermiyorsun ama Abdullâh b. Mübarek yazardı’ dedi. Buna karşılık Ahmed b Hânbel; ‘ibn Mübarek gökten inmedi ya! Biz, ilmi ancak yukarıdan almakla emrolunduk’ diye cevap verdi.
İmâm Ahmed rahimehullâh, ilim talep ederken de daha sonra öğretirken de temiz ve halis bir selef hayatı yaşamıştır. Çağının gürültülerinden, dalaşmalarından, fikrî, siyasî ve içtimaî fitnelerinden uzak, müttâki mü’min yaşantısı içinde olmuştur. Onun ilmi de fıkhı da gündemi de selefinki gibi sünnetti. Onun dışında bir şeye dalmazdı. Ashabın bir işle uğraştığını bilirse o zaman ona uyar, eğer onlar bir meseleden yüz çevirmişlerse o da yüz çevirir ve sakınırdı.
Bir adam ona kelâm ehliyle münazarayı sordu. İmâm Ahmed rahimehullâh şöyle cevap verdi; ‘Allâh sonunu hayırlı kılsın. Bizim eskilerden duyduğumuz, kendilerine yetiştiklerimizden işittiğimiz şudur: Onlar ilm-i kelâmdan hoşlanmazlardı, sapık fırkalarla oturup konuşmazlardı. Mühim olan şudur ki Allâh’ın kitabında olana teslim olup O’na dayanmaktır. Sen bunu geçme!’
Fitneler ile İmtihânı
Kendisinin yaşadığı devirde, İran tesiri Arap tesirine üstün gelmiş, Fars kültürü İslâm kisvesi altında benimsenmeye başlamıştı. İslâm’ın yayılmasıyla farklı millet ve kültürler İslâm toprakları içerisine dahil olmuş, yeni fikirler de bu topraklara girmişti. Süryanice ve Yunanca gibi diğer dillerden eserler tercüme edilmiş, felsefe gibi disiplinler Müslümanlar arasında bilinir ve rağbet edilir olmuştu. Ancak bu, saf İslâm akîdesini bulandırarak farklı düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmuştu. Bu devir içerisinde bunun belki de en önemli sonuçlarından biri Kur’ân-ı Kerîm’in mahluk olduğu inancının ortaya çıkmasıdır. Akılcılığın ve felsefenin bir sonucu olan Mu’tezile fırkası ilgi görmüş, hızla yayılmıştır. Öyle ki dönemin halifeleri dahî bu fitneye bulaşmıştır. Dahası Halife Me’mun döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in mahluk olduğu devletin resmî itikadı olarak kabul edilmiş, halk böyle inanmaya zorlanmıştır.
En çok zorlanan gruplardan biri de şüphesiz dönemin âlimleridir. Bunların arasında İmâm Ahmed rahimehullâh da vardır. Halîfe dönemin tanınmış âlimlerini huzuruna çağırdı, hepsini bu itikada inanmaya zorladı. Bu itikadı kabul edenler ya da inanmadığı halde takiyye yapanlar oldu. İmâm ise halifenin karşısında dahî bunun bir fitne olduğunu söylemiş, Allâh Azze ve Celle’nin yardımıyla fitnenin karşısında yüreklilikle hakkı savunmuştur. Sonuç olarak zindana atılmıştır. Mahkumiyeti boyunca işkence görmüş, vücudunda iyileşmeyen yaralar oluşmuştur. İlîm meclislerinden ve kitaplarından uzak kalmış, ona göre bu da manevî işkence yerine geçmiştir. Halkın tepkisinin büyümesiyle halife çekinip İmâm’ı serbest bırakmışsa da ders vermesini yasaklamış, ev hapsine mahkum etmiştir. İmâm’ın bu imtihân süreci tam on dört yıl sürmüştür.
Peki İmâm Ahmed neden tüm bu zorluklardan kurtulma yolunu tutmamış, diğer âlimler gibi kolay yolu seçmemiştir? Çünkü ona göre âlim avâm gibi değildir. Âlimin sapması, toplumun da zillete düşmesi ve birçok musibete uğraması demektir. Bu sebepten âlim ne olursa olsun hakkı söylemeli, dilsiz şeytan olmamalıdır. Arkadaşı Yahyâ b. Main ona takiyye yapmasını söylediği için onunla bir daha konuşmamıştır. Yahyâ ona Ammâr b. Yasîr radiyallâhu anh’ı örnek göstermiştir. İmâm ondan yüz çevirmiş, o yanından ayrıldığında da; ‘şu adamın dediğine bakın bana Ammâr’ı örnek gösteriyor. Ammâr’ın annesi ve babası gözlerinin önünde şehid edilmişti. Benim durumum onunkine benzer midir ki?’ demiştir.
Müsnedi
İmâm’ın yazmayı hoş görmediğini söylemiştik. Ancak hadîs-i şerîfler için böyle değildi, onları yazardı. Özellikle zindandan sonraki ev hapsi dönemi İmâm için bir ihsân olmuş, ezberindeki hadîs-i şerîfleri yazıya geçirme fırsatı bulmuştur. Onları yazmışsa da kendisinden sonra kitap haline getiren oğlu Abdullâh’tır. Abdullâh’tan şöyle rivâyet olunur: ‘‘Babama; neden kitap yazmayı hoş görmüyorsun, halbuki Müsned’i yazdın? Dedim. ‘Bu kitabı hadîste imâm olsun diye yazdım. İnsanlar Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in hâdislerinde ihtilâf edince ona müracaat ederler.’ Dedi.’’
Kütub-i Sitte onun rivâyet ettiği hadîslerin sadece az bir kısmıdır. Oğlu Abdullâh’a göre İmâm Ahmed, bir milyon hadîs ezbere bilmektedir. Hepsini ezberleyip tahkik etmiştir. Aralarından kırk bin kadarını seçip yazıya geçirmiştir. Oğlu Abdullâh’ın bir araya toplayıp kitaplaştırmasıyla da Müsned ortaya çıkmıştır. Allâh Âzze ve Celle ona râhmet etsin.
Bu değerli eserin, günümüze ulaşan en kapsamlı hadîs kaynağı olduğu düşünüldüğünde İmâm Ahmed’in değeri bir kere daha anlaşılır. Zira bugün İslâmi ilimler sahasında araştırma yapan herkes mutlaka Müsned’e ihtiyaç duymaktadır. Ebû Mûsâ el-Medînî, Müsned’in meziyetlerini şöyle sıralamıştır: “Bu kitap büyük bir asıldır. Hadis ehli için güvenilir bir kaynaktır. Ahmed b. Hânbel onu birçok hadis arasından seçmiştir. Neticede bu kitap mûtemet bir imâm ve anlaşmazlığa düşüldüğünde de sığınak olmuştur.’’
Ahmed b. Hânbel Hicrî 241 Cuma günü (M. 855) Bağdat’ta vefat etti. Halifenin muhtelif kimselere yaptırdığı tahminlere göre, cenazesinde altmış bini kadın olmak üzere bir milyon kişi bulundu.
Sonuç
‘‘Sabret! Şüphesiz ki Allâh, muhsinlerin/kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışanların ecrini zayi etmez.’’ [Hud: 11/115]
İmâm Ahmed b. Hânbel rahimehullâh, hayatını ilme vakfetmesi, bâtıl karşısındaki izzetli kıyâmı, sabrı, mücadelesi ve yazımızda yer verme imkânı bulamadığımız daha pek çok ciheti sebebiyle biz mü’minlerin öğrenmesi ve dersler çıkarması gereken bir âlimdir.
İlk olarak biz kendisinden ilmin kıymetini öğreniriz. İmâm’a göre ilim, kendisini talep edenin hürmet etmesi ve fedakârlıkta bulunması gereken bir hazinedir. Aksi takdirde kişiye faydası olmaz, onu hakka götürmez. Önemiyle birlikte ilim talep ederken izlenecek yolu da bize gösterir. Allâh Azze ve Celle’nin razı olacağı tek yol vardır; o da Rasûlünün sallallâhu aleyhi ve sellemin, O’nun Muhacir ve Ensar’ının ve ona ihsân üzere tabi olanların yoludur. İmâm, rıza makamına ancak bu yolu izleyerek ulaşacağını bilmiş, bize de bunu tavsiye etmiştir.
Fitne, her dönemde var olmuş ve olmaya da devam edecektir. İmâm’ın hayatından görüyoruz ki Müslüman’ın kaygılanması gereken mesele bu değildir. Asıl önemli olan, fitneler karşısında tavrımızın ne olması gerektiği, Allâh Azze ve Celle’nin bize ne emrettiğidir. Durduğu yerin hak olduğuna kanaat getirdikten sonra Müslüman, içerisinde olduğu durumun bir imtihân olduğunun bilincinde olmalı, Rabbinden sabır ile yardım istemeli ve ecrini Allâh Azze ve Celle’den beklemelidir.
İmâm, hayatını bu şekilde yaşamış, sonucunda da Allâh Azze ve Celle ayette buyurduğu gibi onun ecrini zayi etmemiş, ona çağları aşan bir ilim ve kulları arasında hayır ile anılmayı nasib etmiştir.
Rabbimize duâmız; İmâm Ahmed b. Hânbel’den razı olması, bizleri de onun izinden giden ve onun mücadelesini sürdüren kullarından kılmasıdır.
Yazımızdaki tüm kusurlar ve hatalar bize aittir; el-Kuddüs olan ise Allâh’u Teâla’dır.
Selâm ve duâ ile…
Ümmü Abdullah